25 Haziran 2010 Cuma

Edvençırs of Küfkedisi - Part 1

İşbu yazı,18 saatlik bir araba yolculuğu, üst üste 3 gün giyilen çorap, bol miktarda hakiki mısır ekmeği, dibi kazınmış bir mıhlama tavası, ergenlik triplerinden kurtulamamış, düzene isyan eden zavallı bir kız, kafadan çıkarılmayan bir Karadeniz puşisi, zar zor öğrenilmeye çalışılan birkaç Lazca kelime, ağrıya dayanılamayıp bir kenara fırlatılan bir çift topuklu ayakkabı gibi süpersonik öğeler içermektedir.

Eveeettt.. 4 günlük Artvin seyahatinden dün gece döndüm. Sıcağı sıcağına yazmak isterdim velakin bütün uzuvlarım “Uykuuu! Uykuuuuuu!” diye çığırdığı için bu geceye bırakmak zorunda kaldım.

18 Haziran’ı 19’a bağlayan gece bir minibüs ve 3 arabayla, sevgili “Büyük Kuzen” i evermek için Artvin’e doğru yola çıktık. Her zamanki gibi en arka pencere kenarı benimdi. Kulaklıkları takmamla uyumam bir olmuş. Öyle bir uyumak ki molayı kaçırmak sevgili okuyucu. Ancak 2. molada gözlerimi açabildim. Ağzıma bişiyler tıkıp tekrar minibüse attım kendimi. Buradan Artvin’e kadar da kah uyuyup kah etrafı seyrederek geçirdim yolculuğumu. Hatırladığım birkaç noktayı söyleyecek olursam… Samsun’daki Bandırma vapuruna bakıp gururlanmam, Fatsa’dan geçerken Fikri Sönmez’i anıp hüzünlenmem, Ordu’dan geçerken de yağız bir delikanlı görüp “Oyyhhşşş nesin sen yaa?” diye iç geçirmem… Öhö öhö.. Evet devam ediyorum. Saat akşam 10 civarında Artvin’e ulaşmıştık. Sağ olsunlar akrabalarımız bu yorgun, bitkin ve üstüne üstlük leş gibi kokan yolcuları bağırlarına basarcasına yedirdiler içirdiler ve yatacak yer verdiler. Biz de hayatımızda ilk defa görmüşçesine, hunharca saldırdık yataklara.

Ertesi gün saat sabahın 9’unda cebren ve hile ile uyandırılarak güne müthiş(!) bir başlangıç yaptık. Mısır ekmeği, binbir çeşit reçel, domates ve salatalıktan oluşan kahvaltıdan sonra köye doğru yola çıktık. Ordaki tanıdıkların sofralarını da adeta sömürerek “boşanıp semeri yemek” deyimini adeta yaşadık sevgili okuyucu. Peynir tavalar, taze fasulyeler, pilavlar, köri soslu tavuklar… Aman yarabbim!...

Ordan çıkıp, başka bir akrabanın evine gidip, oranın mutfağının da altını üstüne getird… Ehehe..Yok yok şaka yaptım o kadar da aç insanlar değiliz :D Orada da biraz oturup, kına için hazırlanmak üzere eve döndük.

Kına geceleri… Aaah ah! Şu hayatta en nefret ettiğim, en son içinde bulunmak istediğim, tarihin tozlu sayfalarında en çok kalmasını istediğim gelenek. Gelinin heyecanlı heyecanlı misafirleri karşılaması, bacak kadar veletlerin ordan oraya koşturması, zorla kollardan çekiştirilip oynamaya kaldırılmak, yaşlı teyzelerin “Hadi bakalım darısı sizin başınıza” dilekleri, “Yüksek yüksek tepelere” türküsüyle gelinin silah zoruylaymışcasına ağlatılması ve ortaya yayılan o iğrenç koku… Nasıl yoruluyorum, nasıl hayattan beziyorum anlatamam. Ama elden ne gelir?!? Sabırla bitmesini bekledim mecburen. Şükür yaradana çok uzun sürmedi de eve dönüp kendimi uyku denen o mucizevi şeyin kollarına bırakabildim.

Ve o “mucizevi şey” an itibariyle beni çağırmakta... Geri kalan 2 günü de yarın yazmak üzere burada noktalıyorum. Özle beni sevgili okuyucu.

17 Haziran 2010 Perşembe

Zaman akıp gidiyor su misali...

Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı diye boşuna dememişler. İnanılmaz tecrübeler kazandığım bir okul yılı sonunda yine evimdeyim.. Maalesef..


İstanbul’a gelirken çok karmaşık duygular içindeydim. Çok isteyerek geldim, ailemi karşıma aldım falan ama… Ama yapabilecek miydim? Yola çıkana kadar fark etmemiştim böyle hissettiğimi. Kalacağım yer, odam, yatağım, okulum belliydi. Geri kalan her şey muamma… Nasıl insanlarla tanışacaktım? Ne yiyip ne içecektim? Okulun bir an önce bitmesini mi isteyecektim yoksa bana İstanbul’da yaşama şansı verdiği için Tanrı’ya dua mi edecektim her gün? Bu düşüncelerle boğuşa boğuşa geldim İstanbul’a. Odaya yerleşmeydi, oda arkadaşlarıyla tanışmaydı falandı filandı derken okul başladı ve ben yepyeni hayatıma bodoslama dalmış oldum.


Okulun ilk günlerini hatırlıyorum da… Bildiğin Kezban gibiydim lan. Devamsızlık yapacam diye götüm atardı. Yurda dönünce hemen babama rapor verirdim. “Evet babacım. Geldim babacım. Saygılar babacım…” Oda arkadaşlarıma yan yan bakardım. “Oha lan bu kadar da gezilir mi .mına koyim!” falan.. O zamanki ben’e bi tane geçirip “Ulan dümbük sen bi kaç ay sonra ne halde olucan biliyo musun?” demeyi ne kadar isterdim. Evet efenim. Yaklaşık 3 ay sonra o köyden inmiş Kezban gitti, yerine ortam kızı Cansu kıvamında bi hatun geldi. Bu dönüşüm nasıl oldu diye sorarsan sevgili okuyucu, yemin olsun ben de bilmiyorum. Beyle yavaş yavaş okulu kırıp Taksim’de sürtmeler, efendime söyliyim arkadaşların arkadaşlarıyla tanışmalar felan… Geçen gün bi baktım, İstiklal’de sarhoş arkadaşımı taşımaktan yorgun düşmüşüm, bi kafede armut koltuklardan birinde uyuyakalmışım. Adamakıllı uyuyup uyandığımda “Napıyorum lan ben?!?” oldum ama geç kaldım sanırım.


Şimdi son 9 ayımı düşünüyorum. Bu son 9 ayda çocukluk hayalimdeki şehrin gerçekten de hayal ettiğim gibi olduğunu gördüm. Bu hayatta tanıyıp tanıyabileceğim en mükemmel insanları tanıdım. İstanbul’da yepyeni ve hayatım boyunca bırakmak istemediğim bir aile edindim. Daha ne olsun lan? :D İyi ki gelmişim :D


Evet bu yazıyla da bloğumun açılışını yapmış bulunmaktayım sevgili okuyucu. Okuyucu mokuyucu diyorum ama okuyan biri vardır inşallah :D Kafama estikçe, efendime söyliyim übersonik hareketli hayatımdan bir parça olurrr, gittiğim bir konser oluuurr, o anda kafamdan geçenler oluuurr… Sizlerle paylaşmaya çalışiciiimm. O güne kadar esen kalın efenim.