24 Aralık 2010 Cuma

Santa Claus reyizzzz





Hayatımda köklü değişiklikler yapmak üzereyim. Bu zaten yeterince stres yaratırken bir de üstüne karsız noel geçiriyorum. Ooof of!


Bitmek bilmeyen ağlama krizlerime ve gün içinde üzerime çöken sebepsiz miskinliğime bir son vermek için psikolog arayışına girmiştim. Neyse ki çok geçmeden bir arkadaşım aracılığıyla buldum. Buldum bulmasına da doktor Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde görev yapıyormuş. Lanet olsun.. Yolumun bir gün oraya düşeceğini biliyordum.

Köklü değişikliklere gelince.. Önümüzdeki dönem okulu donduruyorum. Doktorum da aynı şeyi tavsiye ediyor. Gerçi henüz bu durumdan ailemin haberi yok ama ben kesin kararlıyım. Okulu dondurmamla bağlantılı olarak da içinde bulunduğum siyasi mücadeleye de ara vermek zorundayım. Böylece üzerimdeki sorumluluklardan kurtulup kendimle ilgileneceğim. Kendimle ilgileneceğim dediysem de aklınıza çok ekstrem şeyler gelmesin. Bütün gün devrilip yatmayı planlıyorum.


Bu arada yaklaşık 1 hafta kadar bilgisayarımın tamirden gelmesini bekledim. Bu konuda söyleyeceğim tek bir şey var; Tanrım kimseyi bilgisayarsız bırakmasın.


Mutlu noeller :)


cCc Santa Claus Reyizz cCc

1 Aralık 2010 Çarşamba

Patates kızartması bile mutlu etmiyor beni artık




Şizofren olduğumu düşünmeye başladım. Bunu düşünmemin onlarca nedeninden en sonuncusu bana iş teklif eden arkadaşımın tamam ben sana haber veririm deyip günler geçmesine rağmen aramaması. Acaba kendi kafamda mı kuruyorum bunları falan diye düşünüyorum. Olabilitesi yüksek bence.


Uzun süredir mala bağlamış durumdayım. Ara sıra okula gidiyorum. Gittiğim zamanlarda da bir ders durup sıkılıyorum ve çıkıyorum. Gitmediğim zamanlarda akşama kadar uyuyorum. Sonra da pencere önüne oturup sabaha kadar müzik dinliyorum. Okuldaki örgüt işleriyle de ilgilenemiyorum ne zamandır. Tekmeyi koymaları yakındır. Her akşam silkelenip kendime gelmem gerektiğini düşünüyorum, sonra da "dur hacım önce yak bi cugara sonra kendine gelirsin" diyorum ve hoooppp.. Geldiğim noktaya dönüş..


Sınavlarım iyi geçti diye düşünüyordum ama sıçmışım sanırım. Neyse şükürler olsun ki otomasyon sistemi de sıçmış durumda o yüzden diğer sonuçları öğrenemiyorum. Meraklı da değilim zaten.


Yılın en sevdiğim zamanı yaklaşıyor. Noel.. Bir keresinde bunu arkadaşlarıma söyleme gafletine düştüm. Gavur muamelesi yaptılar eksik olmasınlar. Amaann. Umrumda mı ki? Seviyorum lan var mı?!? Süslenmiş çam ağaçlarını, bembeyaz sakallarıyla ve kocaman göbeğiyle noel babaları, duvarlara asılmış noel çoraplarını, noel şarkılarını, üzerleri süslenmiş zencefilli kurabiyeleri, bütün bir yıl boyunca iyi şeyler yapmaya çalışan masum çocukları bilinçsiz insanlar tarafından sokak ortasında vahşice kesilen hayvanlara binlerce kez tercih ederim!!


Noel yaklaşıyor yaklaşmasına da ortada kar mar yok. Karı geçtim havalar ısınmaya bile başladı sanki. Karsız noel olur mu yahu?


Evet.. Sanırım bu kadar.. Öperim en güzel yerinizden..

10 Kasım 2010 Çarşamba

Hayat bir köy yoluysa ben şu sıralar boklu derenin üzerinden geçiyorum

Yeni mekana taşınma telaşı, yeni kampüse alışma, arkadaşlarla hasret giderme derken yazmayı ihmal ettim. Kusura bakmayınız efem.

Evet.. Senelerdir hayalini kurduğum şekilde yaşıyorum. Tek başıma.. Çok rahatım ama bazen düşünüyorum acaba iyi mi yaptım kötü mü yaptım diye.. Biri beni dürtmeden yataktan kalkamıyormuşum sevgili okuyucu yeni öğrendim. Ayrıca kendi kendime konuşmaya başlamam da cabası.

Bu sene hayatımda önemli bir değişim daha oldu. Siyasi bir örgüte katılıp ülkem için mücadeleye etmeye başladım + kendi kampüsümü örgütleme görevini üstlendim. Bu sorumluluk duygusunun getirdiği baskıyı tahmin bile edemezsiniz. Yaklaşık 80 kişiden sorumlu olmak, onları faaliyete katmaya çalışmak sandığımdan daha zormuş. Ayrıca saçmasapan öneriler ortaya konduğunda koskoca insanlara “Ahahaha olm saçmalama lan” da diyemiyorsunuz. Mecburen “Hmm evet olabilir aslında ama üstünde biraz daha düşünelim” deyip geçiştiriyorum. Severek üstlendiğim görevin altında eziliyorum sanırım. Ve bununla mücadele etmek için dünya üzerinde var olan en faydasız yola başvurdum. Sigara.. Son bir aydır içtiğim sigaranın haddi hesabı yok. Işıkları kapatıp sadece başucu lambamı yakıyorum. Bilgisayarda “Drinking Songs” listem eşliğinde pencerede oturup akşama kadar tüttürüyorum. (Bu listede bolca Yasmin Levy ve Farid Farjad parçası var. Varın siz düşünün içinde bulunduğum psikolojiyi) Bazen sigarama Efes Extra da eşlik ediyor. “Ahahaha sen mi vatan kurtaracan ulan?” diyebilirsiniz. Haklısınız da. Ama o kadar bunaldım ki elimden başka bir şey gelmiyor maalesef.

Blogdan uzak kaldığım süre zarfında hiç mi güzel bir şey olmadı. Oldu tabii ki. Ama o da benim kafasızlığım yüzünden yarım kaldı :/ Hemen anlatıyorum.

Kadıköy’de düzenlenen siyasi içerikli bir konferansa gitmek üzere yola çıktım. Her nedense Eminönü’ne gidip ordan Kadıköy’e geçmeyi düşündüm. Eminönü’ne gittiğimde saat daha erkendi. “Şurada biraz oturup bi cugara tüttüreyim de öyle gideyim” dedim. Geçtim tam Galata Kulesi’nin karşısına oturdum. Karşımdaki manzara benim İstanbul’daki favorilerimden biridir. Kulağımda Yasmin Levy. (Evet bu aralar çok pis sardım bu kadına) Bir sigara yaktım. O arada önümden sarışın, güneş gözlüklü, sırt çantalı biri geçip yan tarafa oturdu. Sarışın erkekler hiç tipim olmadığı için kafamı çevirip bakmadım bile. Bir kaç dakika sonra bizim “Sarışın” bana döndü ve “Merhaba. Lighter?” diyerek soran gözlerle baktı. Meğerse bizim sarışın turistmiiişşş :) “Yeah sure” diyerek çakmağı uzattım. “Nasilsin?” dedi. Gülerek “İyiyim teşekkürler sen nasılsın?” dedim. “Bomba gibiyim” dedi.( Ben de “Valla aynen öylesin”dedim. Ama maalesef sadece içimden. Böhüü :(( ) Elini uzattı. “I’m Steve” dedi. Ben de karşılık verdim. Şimdi bayan okuyucular için ayrıntıya giriyorum. Sarışın, hafif dalgalı saçlı,mavi gözlü, inci dişli, übersonik vücutlu, tam anlamıyla “enfes” bir çocuktu. 45 dakika kadar oturup sohbet ettik ve ben bu süre zarfında İngilizce gramerini s*kip attım sevgili okuyucu. Gelişine göre bir şeyler söyledim umarım anlamıştır :D İngilizmiş, 6 aydır Türkiye’deymiş. Makine mühendisliğinden yeni mezun olmuş. İzmir Foça’da rüzgar sörfü öğretiyormuş. Antalya’dan buraya da otostopla gelmiş. Sadece sırt çantası vardı. Tam anlamıyla hayalimdeki hayatı yaşıyordu. Favori mekanımı sordu. Ben de Taksim dedim. Bir kaç bar önerisinde bulundum. Nasıl gidileceğini anlattım. İşte benim kafasızlık yaptığım noktaya geldik. “Ben de şimdi oraya gidecektim istersen beraber gidelim” demek yerine zaten ezbere bildiğim şeyleri dinlemek için konferansa gittim ve o Yunan tanrısı kılıklı çocuğun tek başına Galata Köprüsü’ne doğru yürüyüşünü, “Mantığına, cinsine cibilliyetine sıçayım Küfkedisi” diye düşünüp iç geçirerek izledim. Evet sevgili okuyucu. Şimdi onunla ilgili ne var elimde? Sadece ama sadece ismi. Beynimi çalıştırıp soyadını bile alamadım. Sinirden kendimi tekmeleyebilirdim. Dönüşte belki yine karşlaşırız diye düşünüp Eminönü’ne gittim, aynı yere oturdum. Benimle konuşan tek insan dedem yaşında bir adamdı. O da nereye gidiyorsam beraber gitmeyi teklif edince “İyi akşamlar” deyip kalktım. Olay bundan ibarettir.


Bu yazının başlığını da yazın yaptığım bir köy yolculuğunda buldum. O zamanki ruh halimi aynen yansıttığını düşünmüştüm. Şimdi de öyle düşündüğüme göre yazdan bu yana pek bir şey değişmemiş hayatımda. Hala köye ulaşamadım yani. Hoş, ulaşınca neler olacak onu da merak ediyorum ya neyse..

Beklettiğim için tekrar özür dilerim. Esen kalınız :)

12 Eylül 2010 Pazar

Referanduma karamsar bir bakış


Aylardır tartışılıyor bu konu. Her kafadan başka bir ses. Sonunda ben de kayıtsız kalamadım sevgili okuyucu. “Referanduma saatler kaldı. Biraz gecikmedin mi?” diyenler.. Evet haklısınız. Uzun zamandır bu konu hakkında yazmayı düşünüyordum ama kahretsin ki ben her işi son güne bırakan uyuşuğun tekiyim. Elden bir şey gelmiyor.


Şahsi kanaatim herkesin siyasetle uğraşmaması gerektiği yönünde. Anlayan anlamayan herkes uğraşınca neler oluyor hepimiz görüyoruz... Ülke berbat durumda. Ve “birileri” başka “birileri”nden aldığı emirlerle insanları sömürüyor, aptal yerine koyuyor, gözlerinin içine baka baka yalan söylüyor. Bu “birileri”nin son yumurtası da bildiğiniz gibi referandum zımbırtısı.


Açıkçası referandum lafı ortaya atıldığında “Tayyip ve tayfası anayasa değişikliği mi yapacak? Kesin bir b*kluk var. O zaman hayır!” şeklinde yavşakça bir düşünceye sahiptim. Daha sonra orda burada asılmış afişleri gördüm demokrasiymiş zartmış zurtmuş.. “Du bakalım neyi değiştiriyorlarmış bunlar” diye düşünerek değiştirilecek maddeleri tek tek ve defalarca okudum. Yeni yeni siyasetle ilgilenen biri olarak bu konuda ahkâm kesmem pek doğru değil belki de ama dayanamıyorum. Ulan bu maddeleri 10 yaşındaki yeğenimin önüne koysam o bile g*tüyle güler be! Daha fazla vaktim olsaydı bütün değiştirilen maddelerin kendime göre analizlerini yapardım fakat biraz geç kaldım sanki. Zaten defalarca yorumlandı maddeler ve ben de aşağı yukarı bir çoğuyla aynı düşünceye sahibim.


Tamam AKP yargıyı ele geçirmeye çalışıyor, otoritesini güçlendiriyor vs vs.. Ama beni en çok üzen ve sinirlendiren şey ise bu insanlara bu kadar kolay ve pişkin pişkin yalan söyleyebilmeleri. Adam kalkıyor, anayasa değişikliğinde öyle bir şey olmamasına rağmen şehit ailelerine ayrıcalık tanınacağının yazıldığı afişleri astırıyor, 80’de alkış tuttuğu darbenin sorumlularını yargılayacağını iddia ediyor, askerlikten kaçanlara yurt dışına çıkış hakkı verip bunu yurtdışına çıkış özgürlüğünün genişletilmesi olarak koyuyor önümüze! Ondan sonra o Müslüman, ben dinsiz laikçi oluyorum.


Bu sabah duyduğum ve beni yataktan sıçrayarak kaldıran bir haberi paylaşmak istiyorum sizinle. Yerel bir kanal, sokakta dolaşıp evet broşürü dağıtan AKP’li bir milletvekilini gösteriyor. Adam yoldan insanları çevirip anayasa değişikliğini anlatıyor. Yeni anayasayla sakatlara ayrıcalık tanınacağı, otobüslerin, kaldırımların onlara göre düzenleneceği gibi iğrenç yalanları utanmadan sıkılmadan söylüyor. İnsanlar da “Aaa öyle mi ne güzel” diye cevap veriyorlar. Eğer bir ülke sakatlara yardım yapmak için yasaya ihtiyaç duyuyorsa vah o ülkenin insanlarının haline! Hükümet eğer “isterse” hem sakatlara,hem şehit ailelerine, hem gazilere, hem yaşlılara, hem kadınlara, hem de çocuklara yasaya ihtiyaç duymadan yardım edebilir ki etmesi gerekir zaten. Ama bizimkiler bunlar ekstra bir şeymiş gibi milletin önüne sunuyor. Hem de öyle bir madde olmamasına rağmen. İnsan ister istemez düşünüyor bunlar bu kadar kolay yalan söyleyebiliyorsa kim bilir daha neler neler yaparlar. Bu iğrençlik hakkında daha çok şey söylemek isterim ama ciddi anlamda kelimelere dökemiyorum.


Halkımızın büyük bir bölümü eğitim görmemiş. Bir kısmı okuma yazma dahi bilmiyor. Bu insanları kandırmaktan daha kolay bir şey yoktur herhalde. O yüzden onlara kızamıyorum sadece üzülüyorum bu duruma. Peki eğitim görmüş üniversite öğrencilerine ne demeli? Şu klişe lafı yazmadan geçemicem. Tamam 80 sonrası gençlik apolitik. İyi de kardeşim okuma yazmaları da mı yok ulan? Anlayamıyorum bir insan ülkenin gidişatından nasıl bu kadar bihaber olabilir? Siyasetle ilgilenmek ayrı ama sen üniversitede okuyorsun bi aç araştır yahu. Anladık ülkenin geleceği s*kinde değil bari kendi geleceğini düşün de bir şeyler yap. Okuması yazması olmayan insanları, köylerde kendi geçiminin derdindeki insanları mazur görebilirim ama her türlü imkana sahip olup bu derece gaflet ve dalalet içinde olanları kesinlikle affedemem. “Sen kimsin ki affedeceksin len?” diyebilirsiniz. Bir gün içinden çıkılamaz bir batağa saplanıcaz ve bunun sorumlularından biri de bu gençler olacak ve en kötüsü de kurunun yanında yaş da yanacak. Onların yüzünden beni berbat bir gelecek bekliyor. İşte bu yüzden affedemem.


Evet referandumdan yeterince bahsettim biraz da referandum sonrası tabloyu kendi tahminlerime göre çizmeye çalışayım.


Her ne kadar istemesem de sandıktan evet çıkacak. Bir süre facebook, twitter, ekşi sözlük gibi yerlerden evetçilerin “Ahahaha nasıl geçirdik ama” minvalindeki zafer naralarını okucaz. Zaman geçtikçe verilen vaatlerin yerine getirilmediği ülke halkı tarafından yavaş yavaş idrak edilmeye başlanacak. Bir süre sonra öyle bir noktaya gelinecek ki akepeliler bile durumdan rahatsız olmaya başlayacaklar. Kimse bu durumun sorumluluğunu üstlenmek istemicek ve soranlara “Ben hayır dedim kieee” diye cevap vericek.( Sonra ben de onlara çok sevdiğim bir akrabamın “Sen demedin o demedi. Ulan o zaman kim evet dedi pezevenk ben mi dedim?” lafıyla karşılık vericem.) Daha sonrasını şu anda kestiremiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki insanlar yavaş yavaş pişman olmaya başladıklarında onların pişmanlıklarını, yüzlerindeki o “ahanda y**raa yidik” ifadelerini uzaktan gerine gerine ve büyük bir keyifle izlicem. Çünkü ben bu pisliğe alet olmadım. Vicdanım çok rahat!

HAYIR’lı referandumlar :)

25 Ağustos 2010 Çarşamba

E-5'teyim beklerim hepinizi anacım

Hayatımda biraz aksiyon istiyordum. İstiyordum da bu dileğimin bu kadar çabuk kabul edileceğini tahmin etmezdim.

Çok sevgili bölümüm Anadolu Hisarı kampüsünden Bahçelievler kampüsüne taşınıyor. Haliyle ben de Avrupa yakasına taşınıyorum. Anlayacağınız Avrupalı oldum sevgili okuyucu.

Aylardır süren babayı eve çıkmaya ikna etme çabaları maalesef sonuç vermedi. Zaten taşınma olayı çıkınca her şey tepetaklak oldu. Tam bir sene önce yaşadığımız telaşı yine yaşadık. Yurt arama telaşını yani. Yurt deyip geçme sevgili okuyucu. Hiç kolay iş değil. Okula yakın olacak, fiyatı uygun olacak, iyi bir semtte olacak, fiziki şartları iyi olacak, hacı hoca takımının yurdu olmayacak -ki İstanbul'da tahmin edemeyeceğiniz kadar çok var- o olacak bu olacak. Yemin ediyorum ömrümden ömür gitti. Mikail'in acımayıp alev toplarını üstümüze yağdırdığı şu günlerde sokak sokak yurt aramak daha da bir eziyetli oldu. Neyse sonuç olarak okula çok yakın bir semtte, bir öğrenci apartında şirin bir oda sahibi oldum. Yalnızlığı severim o yüzden hep tek kişilik odada kalmak isterdim o yönden bir problemim yok. Ama arkadaşlarımdan ayrılmam pek hoş olmadı. 1 senedir etle tırnak gibi olduğum insanlardan ayrılmak çok üzdü beni ama başka çarem yoktu. Ayrıca bu apart olayı benim okulu bırakıp gazetecilik okumak için tekrar sınava girme hayallerimin de sonu oldu. Neden diye soracak olursan hemen açıklıyorum.

Babam bir senedir benim için (af buyrun) eşşek yüküyle para harcıyor. Ben de babama bu çabalarını geri döndürmek istiyorum. Takdir edersiniz ki gazetecilikten kazandığım parayla hem İstanbul'da iyi şartlarda yaşayıp hem de aileme bakamam. Ha yandaş medyada çalışıp iktidar yalakalığı yaparsam kaldırırım parayı ama onu da yapmam. Siyasi görüşüme, daha da önemlisi kişiliğime ters. O yüzden uzunca bir süre bu hayalimi ertelemek zorunda kaldım. Babamın harcadığı eşşek yüküyle paraya karşılık, ben de eşşek yüküyle para kazanacağım bir işte çalışmaya kadar verdim. Paradan bu kadar nefret edip, hayatını paraya göre ayarlamak ve tamamen parayla ilgili bir bölüm okumak nasıl b*ktan bir şey anlatmak mümkün değil.

Neyse efendim sanırım anlatacaklarım bu kadar. Uzun lafın kısası boğaz manzaralı bir yurttan E-5'e taşınıyorum. Aksiyon istiyordum hayatımda. Bu evrenin aksiyondan kastı ne ben anlayamadım şahsen. Yorum sizin.

En yakın zamanda yeni aksiyonlarla(!) karşınızda olmak umuduyla...

Beni sevdiğinizi biliyorsunuz.
XoXo
Küfkedisi


Not: Gossip Girl izliyorum evet. O değil de aşufte Georgina nasıl da Dan'in kucağına verdi çocuğu?!? Hala şoktayım.

24 Ağustos 2010 Salı

Tek aşk..

Saat sabah 05.43. Hava aydınlanmak üzere. Kulağımda Anathema'dan "Flying". Karşımda eşsiz bir boğaz manzarası. Bu öyle bir manzara ki ders çalışmayı bıraktırıp bu satırları yazdırıyor bana.

İstanbul'a gelirken duyduğum endişelerden biri hatta belki en büyüğü şuydu: Acaba İstanbul'dan bıkar mıyım?

1 senedir burda yaşıyorum. Her gün aynı manzarayı görüyorum ve bakarken hala aynı hazzı alıyorum. İlk günkü gibi... Hala alamıyorum gözlerimi bu mavilikten. Özellikle de köprüden geçerken izlediğim manzara karşısında hissettiğim duyguları tarif edemem size.

Bir insan bir şehri neden bu kadar çok sever? Neden memleketini, ailesini bırakıp gelir hiç bilmiyorum. Evet eski yaşantımı arkamda bırakıp bir daha dönmemek üzere buraya geldim. Hayatım boyunca bundan daha doğru bir karar veremem herhalde :)

Buraya gelmeden önceki endişelerimden birini söyledim az önce. Şimdiki en büyük endişem ise bir gün burayı bırakıp gitmek zorunda kalmak.

Hava aydınlandı. Artık İstanbul'u başka insanlarla paylaşmak zorundayım :/ :)

Baştan söyleyeyim. Sakın kimse beni İstanbul'dan ayırmaya kalkmasın. Tanrım cehenneminde cayır cayır yakar. Demedi demeyin :)

8 Ağustos 2010 Pazar

İyiki (!) doğdum..


Aslında yazacak pek bir şeyim yok ama bir kaç satır karalamak istedim. Evet bugün benim doğum günüm. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pasta kesildi, hediyeler verildi, doğum günü şarkısı söylendi."İyiki doğdun İ... , iyiki doğdun İ..." İyiki doğdum mu acaba diye sorgularım her doğum günümde ve cevabını hiçbir zaman bulamam. Buna karar vermek için 19 yaş çok erken tabii. Ama daha 19 yaşını yeni doldurmuş bir kızın bunu sorgulaması sizce de acı değil mi? Daha bu yaşında hayata tutunacak bir şey bulmakta zorlanması, "İşte bunun için iyiki doğmuşum, iyiki yaşıyorum." diyeceği birkaç ufak tefek şey dışında başka bir sebep bulamaması... Bence çok acı. İşte bu yüzden her doğum günüm, başkalarının doğum günlerinin aksine mutluluk değil hüzün enjekte eder bu minik bünyeye.

Dedim ya.. Söyleyecek pek bir şeyim yok. Bu kısa yazı da tarihe düşülmüş bir not olsun. Bakalım seneye de aynı duygular, aynı düşünceler içinde olacak mıyım? Belki de seneye şimdikinden çok farklı bir hayatım olacak. Farklı insanlar, farklı mekanlar... Bunları hayal etmek, ya da sadece merak etmek bile bir yaşama sebebi sayılabilir mi ki? =)

Öpüldünüz sevgili okuyucu.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Edvençırs of Küfkedisi - Part 2

Yoğun istek üzerine Karadeniz maceramı tamamladım ve yayınlıyorum sevgili okuyucu.

Eveet.. Geldik düğün gününe. Sabah erkenden kalkıp alelacele kahvaltı ettikten sonra Ayder Yaylası'na doğru yola çıktık. Orda burda durup fotoğraf çekmeyi ihmal etmedi tabii bizimkiler. Hayır anlamıyorum yaa. Herkesin uykusu var. Gözler şiş, suratta meymenet yok. Ne diye her şey süpermiş gibi gülümsüyorsun ki? Asla yapamadığım bir şeydir uykuluyken gülümsemek. Bir kere de fotoğrafa bakıp "Aa bak ne kadar güzel çıkmışız" yerine "Ehehe nasıl da uykuluyduk yahu" desen noolucak yani? Neyse yola devam ediyoruz. Bu yolculukta kulağımdaki metal tınılarıyla arabada bangır bangır çalan 9/8'lik roman havasının birleşiminden oluşan garip bir müzik türünün icadına şahit oldum. Oldukça sinir bozucuydu ama elden ne gelir?

Vee... Ayder Yaylası.. Yol boyunca içimden oflayıp puflayıp, "Ben dünyanın en güzel şehrinde yaşıyorum. Yayla manzarasını napiyim yeaaa" diye bikbiklenen ben, bütün o laflarımı yedim. Yeşilin o tonunu "Yeşil" Bursa'mda bile görmemiştim. Nasıl bir güzelliktir o yaa.. Bakmaktan kendimi alamadım sevgili okuyucu. Görmeyeniniz varsa ne yapın edin görün orayı. Çok ciddiyim.

Çevreyi biraz dolaştıktan sonra kahvaltı etmek için bir yere girdik oturduk. Yaklaşık olarak 15 kişi falandık. Mekanın yarısını doldurduk zaten. Garsonlar pervane oldu etrafımızda. Hemen masalar kuruldu, domatestir peynirdir falan filan geldi ve mıhlama siparişleri verildi. Daha önce ne yemişliğim ne de görmüşlüğüm var. "Mıhlama da ne ola ki?" modundayım. Mıhlamaları beklerken masadakilerden atıştırmaya başladık. Ekmek zaten tek başına çok lezzetliydi. Tereyağından alıyoruz bir "off" çekiyoruz. Tereyağının üstüne bal sürüyoruz "vay anasını bee" diyoruz. Elimizi domatese atıyoruz "amannn" diyoruz. Her şey enfes. Derkeeennn... Mıhlamalar geliyor. Görünüş itibariyle pek iç açıcı gelmiyor gözüme ilk etapta ama oraya kadar gitmişiz tadına bakmamak olmaz. İlk çatalla birlikte sanki yerden birkaç santim yükseliyorum, etraf pembe bulutlarla kaplanıyor. Yok böyle bir lezzet! İlk tava bitmeden 2. si sipariş ediliyor ve ben o iki tavanın da dibini kazıyorum resmen! Ben o güne kadar yaşamamışım yahu. Garsonlardan tarifi dinlerken öyle bir dikkat kesildim ki derslerimi bu kadar iyi dinleseydim şimdiden zilyon tane alttan dersim olmazdı. O derece!

Kahvaltılar bitti kahveler içildi ve yediklerimizi eritmek amacıyla yürüyüşe çıktık. Yol boyunca yöresel eşyalar satan dükkanlar var. Karadenizli kadınların başlarına bağladıkları puşiler dikkatimi çekti. Geniş alnımdan ve biçimsiz olduklarını düşündüğüm kulaklarımdan pek hoşlanmadığım için kafama bir şeyler bağlayıp alnımı ve kulaklarımı açıkta bırakma taraftarı değilim pek ama nedense bu puşiler çok hoşuma gitti. Takmasam da hatıra olarak durur diyerekten girdim bir dükkana. Kadına "Bunlar ne kadar?" diye soracaktım ki "Lan nooluyoruz?!?" demeye kalmadan aldı bir tanesini bağlamaya başladı kafama. Ay bu bana bir yakış bir yakış... Düğün haricinde gidene kadar kafamdan çıkartmadım yemin ederim :D Bir de üstüne laz damarlarım kabarmadı mı? Önüme gelene bildiğim tek lazca kelime olduğu için "Gyuli ckimi" deyip deyip durdum :D

Artık gitme vaktiiii... Ailemizin süse meraklı bağyanları kuaföre yetişme telaşı içindelerken ben de beni eve bırakacak birisini aradım. Bu tür günlerde kuaföre falan gitmem ben. Ne zaman gitsem daha da çirkinleşmiş bir halde çıkarım çünkü. Makyajdan da hoşlanmam. E o zaman ne diye gideyim değil mi? Ama benim bu fikirlerimi bilmeyen akrabalarım tarafından gaza getirildim ve kendimi kuaförde buldum. Saçıma su dalgası yapılmasına kadar verildi ve kendimi kuaförün ellerine bıraktım. Saçlarım önce maşalandı ve sonra da penslerle tutturuldu. İşlem sonunda 60'lardan kalma, saçlarını bigudiyle saran kokonalara döndüm. Anlaşıldı saçım her zamanki gibi rezalet bir şekil alacak. Kimseye çaktırmadan kafamda eve erken gidip saçımı yıkama planları yapıyorum. Yaklaşık 1 saat sonra dayanamayıp "Açık artık şu saçımı yeaa" dedim ve zorla açtırdım. Sonuç: Faciadan da öte. Sırtıma kadar inen saçlarım omzumun üstüne çıkmış. Ön taraf sağa mı yatsın sola mı yatsın bilememiş sanki.."Eheh teşekkür ederim çok beğendim" deyip canhıraş bir şekilde kendimi dışarı attım ve eve doğru son sürat koşmaya başladım. Sinirden gözlerim doldu ama eve kadar sabrettim. Eve girdim banyonun kapısını kapadım vee... Bir ağlamak bir ağlamak.. Saçım kötü oldu diye değil ama, kimse beni olduğum gibi kabul etmiyor diye. Sade bir kızım abartıdan hoşlanmam. Yapılı saçlar itici gelir. Kalıp gibi makyaj yapılmış bir yüze yakından bakamam çünkü midem bulanır. Buna rağmen değiştirilmeye çalışmak nasıl koydu anlatamam. Sevmiyorum ulan zorla mı? Önemli olan o düğünde bulunmak değil mi? Süslenmemem düğünü umursamadığım anlamına gelmemeli. "E ama toplumsal kurallar. Düğünde süslenilir, şöyle yapılır, böyle yapılır, bikbikbik" derseniz ben de size derim ki" S*keyim toplumsal kurallarınızı!" Ben böyleyim arkadaşım . Hoşlanmıyor musun? Ben de sizin yarım kutu sprey boca edilmiş saçlarınızdan, her bir gözeneği fondöten ve pudrayla kapatılmış yüzünden hoşlanmıyorum naapıcaz? Neyse ben böyle kendi kendime söylenirken aynaya bir baktım saçım bayağı inmiş. Güzel göründü gözüme. Doğal hali gibi duruyordu. "Tamam yaa kalsın napayım artık." dedim. Çok hafif bir makyaj yaptım. Çakma Hadise elbisemi ve topuklu ayakkabılarımı da giydikten sonra hazırdıııım :) Halamın "Çok çıtır oldun kız" lafını duyunca da keyfim yerine geldi.

Kız alma faslını geçiyorum gayet sıradandı çünkü. Düğün salonuna gittik. Oturduk sohbet muhabbet derkeenn.. Gelinle damat piste çıktı. İlk dans parçası olarak Zorro filminden "I want to spend my lifetime loving you" yu seçmişlerdi. Gözlerim doldu ama yiğitliğe bok sürdürmedim tabii ki. Çaktırmadım :D Düğün ortamı gerer beni. Hoşlanmam böyle şeylerden. Sıkıldıkça tuvalete gittim volta attım falan. Karadeniz havaları çalmaya başladı. Kabaran laz damarlarım tekrar etkisini gösterdi ve attım kendimi dans pistine. Öyle bir horon tepmek ki ayakta duramamak.. Ciddi anlamda yürüyemedim yaa.. Bünye alışık değil tabii böyle şeylere. Oturayım dedim yok onu da yapamıyorum. Oturduğum yerde içim oynuyor resmen :D "Amaaaan başlarım ayakkabıya da topuğuna da" dedim ve ayağa kalktım. Ayakkabılar bir yana ben diğer yana. Herkesin şaşkın bakışları arasında oynayanların arasına daldım. Bursa çiftetellisi da çaldırdık. Bir oynamadığım o kalmıştı zaten. Onda da oynadık ve huzur içinde dağıldık evlere. Ertesi gün gayet rahat bir gündü. Gündüz küçük veletleri denize götürüp yüzdürdük. Akşam da liman evinde balık yedik. Hava iyice kararınca peder beye çaktırmadan bi' bira çaktım kendime geldim :) Bu arada orada yaşayan kuzenimizden übersonik bir laz atasözü öğrendik. Her ne kadar lazcasını şu anda hatırlayamasam da Türkçe olarak paylaşmak istiyorum. "Akıl salatalık değil ki ucundan azıcık kırıp vereyim" Nasıl ayar vermiş amcam zamanında değil mi? Ahahaha bir de lazlara aptal muamelesi yaparlar :D

Eve gittik. Yatmadan önce saat 3'te yola çıkacağımızı öğrendik. Ulan zaten saat olmuş yarım. Sinirler zıpladı tabii. Saat 1 gibi yatıp 2 saat sonra, kuzenimin "Neden karga bokuylaa muhattap olmak zorundayız ki?" sorusuyla yeni güne kahkahalarla uyanıp eşyalarımızı topladık. Bu arada geldiğimden beri aynı çorabı giydiğimi farkettim. "Yok hacım bu iflah olmaz artık" diyerek ekşimiş surat ifademle çorabı aynen çöpe yolladım.

Yola çıktık. Akşamüstü gibi Bursa'ya vardık. Çok yorucu, yer yer sinir bozucu, ara sıra duygusal anlar yaşadığım, ama her şeye rağmen çok güzel bir geziydi. Tekrar gitme planları yapıyorum. Bakalım.. Kısmet.. :)

İmkanınız varsa mutlaka gidin. Cidden görülmeye değer.
Öpüldünüz sevgili okuyucu.

18 Temmuz 2010 Pazar

Dişi Yakarış

İnanılmaz olaylarla(!) bezeli Karadeniz maceramı yarıda kesip, izninizle başka bir konuda içimi dökmek istiyorum. Çünkü çok fena doldum sevgili okuyucu.

Senelerdir alıştığımı zannederdim bu duruma. Hayatımda hiçbir şeyin yolunda gitmemesi durumuna yani.. Ama alışamamışım. Ya bir insanın hayatında aynı anda her şey de kötüye gitmez ki be kardeşim. Etrafıma bakıyorum. Birinin aşk hayatı iyiyse dersleri kötü. Başka birinin ailesiyle problemleri varsa iş bulmuş çalışıyor falan. Hayata bir şekilde tutunuyorlar yani. Yok arkadaş benim hayat sıçtı mı her yönüyle sıçıyor. Zaman zaman başımı semaya kaldırıp “Allah’ım kafa mı buluyorsun benle?” diye sormaktan alamıyorum kendimi.

Özgürlüğüme düşkün bir insan olarak aşktı, sevgili olmaydı falan gelemiyorum öyle şeylere. Duygusal ilişkiler boğuyor beni. Bir kere girdim öyle bir işin içine. Aldım ağzımın payını artık uzak duruyorum. Hal böyleyken biri çıkıyor karşıma. Bir iki güzel laf söylüyor. Ben “Acaba olabilir mi ki?” demeye kalmadan g.tünü dönüp gidiyor. Hayır yani cidden istemiyorum sevgilim olsun falan. Biri gelip aklıma böyle bir fikir sokuyor sonra mal gibi kalan yine ben oluyorum. Şimdiii.. Sözüm sana Bay Gerizekalı… Ben hep aynıyım. Okulda konuştuğun kız da benim. Msn de yavşadığın kız da benim. Sinemaya gittiğin kız da benim. Hiç değişmedim. Beni nasıl tanıdıysan hep öyleydim hala da öyleyim. Peki ne değişti? Ne değişti de ben senin kendine yeni bir sevgili yaptığını öğreniyorum Facebooklardan? Ulan duyan da beni erkek manyağı, kendinden vazgeçilince kuduran biri zannedecek. Halbuki alakası yok. Neyse efenim bu olaydan birkaç saat sonra msnde ilk aşkımın yeni sevgilisiyle yaptığı vıcık vıcık konuşmalara şahit oldum. Arada bir ayıp olmasın diye güldüm, arada da “Ahahaha çok şekersiniz yaa” falan dedim. Ne kadar inandırıcı oldu orasını bilemiyorum. Umrumda da değil açıkçası. Sabır çeke çeke bitmesini bekledim. Neyse bitti fazla uzamadan.

Dertler bununla sınırlı değil tabii ki.. Ay sonunda kaldığım yurttan ayrılmam lazım ama nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yok. Başka yurt arıyoruz ama bulamıyoruz. Kadıköydekiler rezalet. Üsküdarda bir tane var o da cemaat yurdu. Bizim dışarı çıkmak için hazırlandığımız saatte onlar kapıları kilitliyorlar. Ahahah şaka gibi. Ev desen… İyi güzel tabi ama bunun ebeveynden izin alması var, döşemesi var, temizliği var, yemek yapması var, bulaşık yıkaması var, faturaları var, var oğlu var… Yani uzun lafın kısası yersiz yurtsuz kaldım. İlk seneden 6 tane alttan dersim var. Okulu bıraksaydım ortalamam daha yüksek olurdu herhalde. Öyle boktan bir durumdayım yani..Yaz okulu desen.. Hayatımda bu kadar sıkıcı bir aktivite daha görmemiştim herhalde. Bunlar yetmezmiş gibi diş doktorum olacak kadın tellerimi çıkarmamakta ısrarlı. Beni tellerle gömmeye mi karar verdi nedir?!? 3 buçuk senedir terminatör gibi dolaşıyorum yeter ulan!! Kazık kadar oldum hala kurtulamadım şunlardan. Bir de suratımda sivilce çıktı mı bildiğin ergen görüntüsü veriyorum ortama. Yahu yeni mp3 çalar aldım o bile bozuk çıktı yaa.. Cenabet miyim ne bokum anlamadım ki..

Oh be rahatladım! Yazımı bitirmeden size vermek istediğim bir haber var Yarın akşam bir er kişiyle yemeğe çıkıyorum. Onun da ne dediği belli değil. Bi hoşlanıyorum senden dedi bir öyle dedi bir böyle dedi allak bullak etti kafamı. Neyse neymiş derdi öğrenelim bakalım. Aah ah! Bunlar tam da içinde bulunmak istediğim durumlar zaten.

En kısa zamanda tekrar yazmaya çalışıcam. Esen kalınız efenim.

25 Haziran 2010 Cuma

Edvençırs of Küfkedisi - Part 1

İşbu yazı,18 saatlik bir araba yolculuğu, üst üste 3 gün giyilen çorap, bol miktarda hakiki mısır ekmeği, dibi kazınmış bir mıhlama tavası, ergenlik triplerinden kurtulamamış, düzene isyan eden zavallı bir kız, kafadan çıkarılmayan bir Karadeniz puşisi, zar zor öğrenilmeye çalışılan birkaç Lazca kelime, ağrıya dayanılamayıp bir kenara fırlatılan bir çift topuklu ayakkabı gibi süpersonik öğeler içermektedir.

Eveeettt.. 4 günlük Artvin seyahatinden dün gece döndüm. Sıcağı sıcağına yazmak isterdim velakin bütün uzuvlarım “Uykuuu! Uykuuuuuu!” diye çığırdığı için bu geceye bırakmak zorunda kaldım.

18 Haziran’ı 19’a bağlayan gece bir minibüs ve 3 arabayla, sevgili “Büyük Kuzen” i evermek için Artvin’e doğru yola çıktık. Her zamanki gibi en arka pencere kenarı benimdi. Kulaklıkları takmamla uyumam bir olmuş. Öyle bir uyumak ki molayı kaçırmak sevgili okuyucu. Ancak 2. molada gözlerimi açabildim. Ağzıma bişiyler tıkıp tekrar minibüse attım kendimi. Buradan Artvin’e kadar da kah uyuyup kah etrafı seyrederek geçirdim yolculuğumu. Hatırladığım birkaç noktayı söyleyecek olursam… Samsun’daki Bandırma vapuruna bakıp gururlanmam, Fatsa’dan geçerken Fikri Sönmez’i anıp hüzünlenmem, Ordu’dan geçerken de yağız bir delikanlı görüp “Oyyhhşşş nesin sen yaa?” diye iç geçirmem… Öhö öhö.. Evet devam ediyorum. Saat akşam 10 civarında Artvin’e ulaşmıştık. Sağ olsunlar akrabalarımız bu yorgun, bitkin ve üstüne üstlük leş gibi kokan yolcuları bağırlarına basarcasına yedirdiler içirdiler ve yatacak yer verdiler. Biz de hayatımızda ilk defa görmüşçesine, hunharca saldırdık yataklara.

Ertesi gün saat sabahın 9’unda cebren ve hile ile uyandırılarak güne müthiş(!) bir başlangıç yaptık. Mısır ekmeği, binbir çeşit reçel, domates ve salatalıktan oluşan kahvaltıdan sonra köye doğru yola çıktık. Ordaki tanıdıkların sofralarını da adeta sömürerek “boşanıp semeri yemek” deyimini adeta yaşadık sevgili okuyucu. Peynir tavalar, taze fasulyeler, pilavlar, köri soslu tavuklar… Aman yarabbim!...

Ordan çıkıp, başka bir akrabanın evine gidip, oranın mutfağının da altını üstüne getird… Ehehe..Yok yok şaka yaptım o kadar da aç insanlar değiliz :D Orada da biraz oturup, kına için hazırlanmak üzere eve döndük.

Kına geceleri… Aaah ah! Şu hayatta en nefret ettiğim, en son içinde bulunmak istediğim, tarihin tozlu sayfalarında en çok kalmasını istediğim gelenek. Gelinin heyecanlı heyecanlı misafirleri karşılaması, bacak kadar veletlerin ordan oraya koşturması, zorla kollardan çekiştirilip oynamaya kaldırılmak, yaşlı teyzelerin “Hadi bakalım darısı sizin başınıza” dilekleri, “Yüksek yüksek tepelere” türküsüyle gelinin silah zoruylaymışcasına ağlatılması ve ortaya yayılan o iğrenç koku… Nasıl yoruluyorum, nasıl hayattan beziyorum anlatamam. Ama elden ne gelir?!? Sabırla bitmesini bekledim mecburen. Şükür yaradana çok uzun sürmedi de eve dönüp kendimi uyku denen o mucizevi şeyin kollarına bırakabildim.

Ve o “mucizevi şey” an itibariyle beni çağırmakta... Geri kalan 2 günü de yarın yazmak üzere burada noktalıyorum. Özle beni sevgili okuyucu.

17 Haziran 2010 Perşembe

Zaman akıp gidiyor su misali...

Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı diye boşuna dememişler. İnanılmaz tecrübeler kazandığım bir okul yılı sonunda yine evimdeyim.. Maalesef..


İstanbul’a gelirken çok karmaşık duygular içindeydim. Çok isteyerek geldim, ailemi karşıma aldım falan ama… Ama yapabilecek miydim? Yola çıkana kadar fark etmemiştim böyle hissettiğimi. Kalacağım yer, odam, yatağım, okulum belliydi. Geri kalan her şey muamma… Nasıl insanlarla tanışacaktım? Ne yiyip ne içecektim? Okulun bir an önce bitmesini mi isteyecektim yoksa bana İstanbul’da yaşama şansı verdiği için Tanrı’ya dua mi edecektim her gün? Bu düşüncelerle boğuşa boğuşa geldim İstanbul’a. Odaya yerleşmeydi, oda arkadaşlarıyla tanışmaydı falandı filandı derken okul başladı ve ben yepyeni hayatıma bodoslama dalmış oldum.


Okulun ilk günlerini hatırlıyorum da… Bildiğin Kezban gibiydim lan. Devamsızlık yapacam diye götüm atardı. Yurda dönünce hemen babama rapor verirdim. “Evet babacım. Geldim babacım. Saygılar babacım…” Oda arkadaşlarıma yan yan bakardım. “Oha lan bu kadar da gezilir mi .mına koyim!” falan.. O zamanki ben’e bi tane geçirip “Ulan dümbük sen bi kaç ay sonra ne halde olucan biliyo musun?” demeyi ne kadar isterdim. Evet efenim. Yaklaşık 3 ay sonra o köyden inmiş Kezban gitti, yerine ortam kızı Cansu kıvamında bi hatun geldi. Bu dönüşüm nasıl oldu diye sorarsan sevgili okuyucu, yemin olsun ben de bilmiyorum. Beyle yavaş yavaş okulu kırıp Taksim’de sürtmeler, efendime söyliyim arkadaşların arkadaşlarıyla tanışmalar felan… Geçen gün bi baktım, İstiklal’de sarhoş arkadaşımı taşımaktan yorgun düşmüşüm, bi kafede armut koltuklardan birinde uyuyakalmışım. Adamakıllı uyuyup uyandığımda “Napıyorum lan ben?!?” oldum ama geç kaldım sanırım.


Şimdi son 9 ayımı düşünüyorum. Bu son 9 ayda çocukluk hayalimdeki şehrin gerçekten de hayal ettiğim gibi olduğunu gördüm. Bu hayatta tanıyıp tanıyabileceğim en mükemmel insanları tanıdım. İstanbul’da yepyeni ve hayatım boyunca bırakmak istemediğim bir aile edindim. Daha ne olsun lan? :D İyi ki gelmişim :D


Evet bu yazıyla da bloğumun açılışını yapmış bulunmaktayım sevgili okuyucu. Okuyucu mokuyucu diyorum ama okuyan biri vardır inşallah :D Kafama estikçe, efendime söyliyim übersonik hareketli hayatımdan bir parça olurrr, gittiğim bir konser oluuurr, o anda kafamdan geçenler oluuurr… Sizlerle paylaşmaya çalışiciiimm. O güne kadar esen kalın efenim.